KE – KE – ME

Küçüktüm, zaten herşey küçükken başlıyor. Bugünün rengi zannettiklerimizin kaba boyaları geçmişte atılmış oluyor.

Küçüktüm, evimiz sessiz olurdu genelde. Annemle babam pek konuşmazlardı. İkisi de kekemeydi, bu yüzden uygun görülmüşler birbirlerine. Ne ilk ne de sonraki görüşmelerinde pek bir şey konuşmuşlar, aylarca mektuplaşmışlar. O günlerde buluşup da bir masa başında oturduklarında mektupların cümleleri de onların sessizliğine eşlik eder, masadaki üçüncü kişi olurmuş.

Ben dört yaşında konuşmaya başlamışım, kreşe gittikten sonra. Ama ben de kekeliyordum. Benim için başka bir konuşma biçimi yoktu çünkü. İnsanlar konuşurken bir otobanın ortasında kalmışım da sağımdan solumdan iki yüz kilometre hızla arabalar vızır vızır geçermiş gibi hissederdim. Sohbete dahil olmak için derin bir nefes alıp o yola çıktığım her seferinde yarı yolda kalırdım. Bazen cümlemi bitirmem için sabredemezdi insanlar, tahmin yeteneklerini kullanıp tamamlarlardı cümlemi. Çoğu zaman yanlış tahmin ederlerdi. Ama ben hiç renk vermez, doğru bilmişler gibi gülümserdim. Bazen düşünüyorum, heceleri kelimelere, kelimeleri cümlelere katıp gürül gürül konuşanlar da anlaşılamamaktan şikayet ediyorlar. Hangi insan daha iyi hisseder acaba? Ağzından hiç çıkamayan sözlerle mi yanlış anlaşılan, tüm ruhunu dilinden akıtıp da mı yanlış anlaşılan…

Küçüktüm, konuşmaya başlayınca ağzımdan çıkan heceleri boncuk gibi saniyelere dizerdim. Günün sonunda boncukların ipini çekip koparan biri mutlaka çıkardı. Alay ederdi arkadaşlarım benimle. Canım çok yanardı. Eve geldiğimde pes etmeden dakikalarca anlatırdım yaşadıklarımı. Annem beni konuşarak teselli etmeyi denerdi, başaramazdı. Şefkatli kollarıyla beni sarmalar, okşardı. Sevmek için, birine destek vermek için dile ihtiyacımız olmadığını öğrendim ben doğduğum evde.

Küçüktüm, evin dışındaki dünya diğer çocuklara göre iki kat korkunç gelirdi bana. Bir yanıyla sakat bir çocuktum, sesim soluğum kırıktı benim. Elimden tutacak birine ihtiyacım vardı. İlkokul öğretmenim oldu o kişi. Bana şarkı söylemeyi öğretti. Bilirsiniz, kekemeler şarkı söylerken kekelemezler. O günden sonra ben derslerde hep melodi ile konuştum. İlk zamanlar sesimi bastıran kahkahalar, öğretmenim elimi daha da sıkı tuttukça son buldu bir süre sonra. Annemle babama da öğrettim böyle konuşmayı.

Şimdi on yedi yaşındayım. Yıllardır bizim evden nağmeler eksik olmaz. Üçümüz de akşama kadar şakırız bülbül gibi. Kargocuya teşekkür ederken de, sofrada tuzu isterken de, komşuya iyi günler dilerken de bir melodi sereriz cümlelerimizin altına.

ESKİ AHŞAP DOLAP

Bahçede kıyamet kopuyordu sanki. Çocuklar çığlık çığlığa sağa sola koşturuyordu. Üç gün boyunca yağan şiddetli karın ardından izin vermişlerdi bahçeye çıkıp oynamamıza. Bense kenarda oturmuş onları seyrediyordum. Arada kafama isabet eden kar toplarına sinirlensem bile görülmüş olmak hoşuma gidiyor, var olduğumu hatırlatıyordu bana. Yazık ki doğduğumdan beri varlığımı hep acı çekerek hissediyordum.

Yedi yaşında, asık suratlı ve uyumsuz bir oğlan çocuğunu kimse istemez sanıyordum. Karlar erimiş, kuşlar ötmeye başlamıştı. Ben o yüzden bahçede daha çok vakit geçirir olmuştum. Kuşlarla orada konuştuğumu duymuş analığım, “Ne tatlı çocuk” demiş. Oysa ben yalnızlıktan arkadaş olmuştum onlarla.

Ben onu farketmedim bile, müdüre hanımın yanına gitmiş doğruca, “Diğer çocukları görmeme gerek yok, ben onu istiyorum, o bahçedeki çocuğu” demiş. Tek başına geldi gitti birkaç kez, kocası çok çalışıyormuş, yalnızlıktan delirmek üzereymiş, onun da bir oğlu varmış ama kuş olmuş, cennete uçmuş. Şimdi ben onun oğlu olur muymuşum? “Bilmem” dedim, yok ben demedim hatırlıyorum, küçük omuzlarım dedi, hafifçe yukarı kalktı ikisi birden, sonra yük atar gibi indi aşağı.

Aldı evine götürdü beni kadın. Tertemiz yıkadı, saçlarımı kesti, taradı, safran kolonyası sürdü boynuma, saçlarıma, güzel kıyafetler giydirdi bana. Gözlerini hiç üzerimden ayırmıyordu, ama beni de görmüyordu. Kaybettiği ne varsa onu bende arıyordu; çocuğunu, anneliğini, kocasının ilgisini… Ben yiyordum ama doymuyordum, giyiniyordum ama üşüyordum, ellerimi hiç bırakmayan biri vardı ama yalnızdım…

Her sabah kutlu bir tören gibi beni alıp o eski ahşap dolabın önüne götürürdü. Kapak açıldığında naftalin kokusu sarardı odayı. Öğrenmiştim artık, ben yedi yaşındaydım ama o kıyafetler on yaşındaydı. Analığımın ölen oğlunun kıyafetlerini taşıyordum üzerimde. Her sabah başka birini hatırlatmak için gözlerimi açıyor, her gün bir cenaze töreni temsilinin baş oyuncusu oluyordum. Üzerimde taşıdığım kahverengi yün kazak, ekoseli pantolon, lacivert gömlek, kırmızı t-shirt de olsa farketmezdi, her biri beyaz bir kefendi, gidenin gidişini, dönmeyecek olanın saflığını temsil ediyordu.

Oysa ben büyüyordum, büyüdükçe kıyafetler küçülüyor, onun bende görmek istediği o masumiyet silikleşiyordu. Üvey babamın uzun süren iş seyahatlerinden döndüğü günlerden biriydi. Gece geç saatti. Odamın kapısını yavaşça açıp komodinimin üzerine yine büyük bir hediye paketi bıraktı. Uyumuyordum, odadan çıkacakken arkasından seslendim: “Baba, kıyafetlerim bana küçük geliyor artık.” Ertesi gün beni de iş yerine götürdü üvey babam. Birlikte alışveriş yapacağımızı sandım, bir baba ile nasıl vakit geçirilir, nasıl konuşulur düşünüp durdum yol boyu. Şirkete vardığımızda asistanlarından birine emanet etti beni, “Gardrobunu yeniliyoruz, ne lazımsa, neyi beğenirse alın” dedi.

O akşam taşıyabileceğinden çok fazla poşetle, ihtiyacından çok fazla kıyafete sahip ve mutsuzluğuna ümitsizlik de eklenmiş bir çocuk olarak girdim eve. Analığımın yüzüne baktım, sevgiyle baktığı kişinin aslında ben olmadığımı bilsem de bana yine öyle baksın istedim. Üzerimdeki yeni kıyafetleri görünce rengi soldu, gözlerinde kalan azıcık ışık da söndü, tek kelime etmeden odasına gitti. Ertesi gün, sonraki gün ve sonraki günler… Artık yemekleri odasında yiyor, oradan çıkınca yalnızca oğlunun eski odasına girip o ahşap dolabın önünde saatlerce vakit geçiriyordu. Bana bakmıyor, benimle konuşmuyor, yokmuşum gibi davranıyordu. Evin tüm işleriyle de, benimle de, onunla da hizmetçimiz ilgileniyordu.

Yıllar böyle geçti, analığımla ben, içimizde biriken çığlıklarla, o evde, yapayalnız… Ama o benden daha şanslıydı, oğlunun hayaletiyle paylaşıyordu en azından günlerini. Ben ölen annemle babamı hiç hatırlamıyordum bile. Bedenimle birlikte öfkem de büyümüştü, yıllarca bende başkasını gören, sonra beni hiç görmeyen analığıma, en çok da beni bırakıp giden öz annemle babama…

Ruhum, içimdeki küçük çocuğun içinde sıkışıp kalmıştı. Dişime uygun bir düşman seçmiştim kendime, tüm öfkemi üzerine boşaltabileceğim, yine de kimseye bir zarar vermeyeceğim, kötü bir çocuk olduğumu hissetmeyeceğim bir düşman; analığımın ölen oğlu. Bir sabah gözlerimi açtığımda kimse uyanmadan o eski odaya koştum. Mutfaktan aldığım uzun burunlu çakmak da elimdeydi. Naftalinler kıyafetlerin daha kolay tutuşmasını sağladı, iyice eskimiş ahşap dolap da çıtır çıtır yanıyordu. Hizmetçi koşup geldi önce dumana, çığlıklar atmaya başlayınca analığım da geldi. İlk defa o zaman bana baktı, beni gördü, öfkeyle, nefretle de bakıyor olsa görülmüş olmanın hazzını yaşıyordum. Ve işte yine var olduğumu acı çekerek duyumsuyordum.

PETIT ESCARGOT

Yağmurun dinmesini bekledi. Sonra kovasını alıp çıktı ormana. Toprak yumuşacıktı, lastik çizmeleri bileğine kadar çamur olmuştu. Her mevsimi yağmurlu olan bu bölgede yaz aylarında bir de nemle boğuşuyorlardı. Lastiklerin içinde terleyen ayakları her adım attığında gıcır gıcır sesler çıkarıyor, sürtünerek su topluyor, canını yakıyordu. Bulduğu ilk kayanın bir kenarına oturarak belindeki ince kuşağı çıkarıp ayaklarına sardı ve yola öyle devam etti. Söz konusu ekmek parası ise yoldan dönmek ihtimal dahilinde bile olmadığından her sorun usulca çözülüp yola devam edilirdi.

Ailenin fertleri köyün farklı yerlerine dağılırdı her gün salyangoz toplamak için. O, ormanı seviyordu. Yağmurla kokusunu salan yeşili, toprağı içine çekiyor, tazelendiğini hissediyordu. Az sonra elindeki kovaya dolduracağı salyangozlar, onlara bu rutubetli hayatın bir hediyesiydi. Her seferinde ilkinden saymaya başlardı, yirmiye gelene kadar mutlaka hayallere dalar, kendine geldiğinde kovanın yarısını doldurduğunu, saymayı da çoktan bıraktığını farkederdi. Nenesinin tesbih çekmesine benzetirdi yaptığı işi; her salyangoz bir tesbih tanesi, her biri kovaya atıldığında çıkan “tık, tık” sesler. Bir ritme dönüşen bu sesle ferahladıkça, tesbih çekerken tebessümle uykuya dalan nenesini hatırlardı.

Her gününün birbirinin aynı geçmesine hayıflanmazdı hiç. Ama yine de haftasonu yaylada yapılacak şenlikleri duyunca mutlu oldu. Salyangozlarla sohbet etmek pek mümkün olmuyordu çünkü. Cumartesi sabah erkenden sevinçle uyandı. Annesi yaylada açacakları küçük tezgah için kendi yaptıkları peynir ve terayağlarını küfeye doldurmuştu bile. Hemen elini yüzünü yıkayıp en güzel kıyafetlerini giydi. Yazmasını kulaklarını da içine alarak arkaya götürüp bağladı, saçlarını yanlardan çıkarıp elleriyle kıvırarak lüle lüle yaptı. Özel günler için sakladığı gül suyunu çıkarıp her bir yanına süründü. Annesi de kardeşini giydiriyordu bir yandan. Babası küfeyi sırtladı ve yayla yoluna düştüler.

Şenlik alanına vardıklarında büyük bir kalabalıkla karşılaştılar. Yerli yabancı turistler, civar köylerden gelenler, her çeşit insan vardı burada. Hemen etrafta gezinmeye başladı. Tepeden tulum sesi geliyordu, oraya doğru gitti hızlıca, bir anda kendini horon tepenlerin arasında buldu. Turistler de coşkuyla onlara alkış tutuyorlardı. Oyun bittiğinde küçük çocukları olan yabancı bir aile yanına gelip poloraid makina ile çektikleri birkaç fotoğrafını uzattı ona tebessümle. Kız fotoğrafını görünce çok şaşırdı ve teşekkür ederek kabul etti. Birbirlerinin dilini anlamıyorlardı ama bu anlaşmaya mani değildi. Genç kız bu çiftin beş altı yaşlarındaki küçük kızlarını sevdi, yemyeşil çimenlerin üzerinde küçük kızın bebekleri ile evcilik oynadılar. İkisi de kendi dillerinde konuşuyor, birbirlerini hiç anlamıyorlardı ama anlaşılan oyunun da kendine ait bir dili vardı.

Oyun bitince genç kız onlarla vedalaşarak ailesinin yanına döndü. Birkaç saat sonra o turist ailenin kendilerine doğru geldiklerini gördü. Küçük kız annesinin elini bırakıp genç kıza doğru koşmaya başladı. Elinde de bir kitap vardı. Nihayet yanına ulaştığında ona “petit escargot” diyerek elindeki kitabı uzattı, kitabını ona hediye etmişti. Genç kız küçük kızın yanağına bir öpücük kondurdu ve arkasından el salladı.

Sonra elindeki kitaba baktı, kapağında sevimli bir salyangoz resmi olan bir çocuk kitabıydı bu. Sayfaları çevirmeye başladı, küçük bir salyangozun maceralarını anlatıyor olmalıydı. Gülmeye başladı kız, elindeki kitabın Fransızca olduğunu bilmeden, topladıkları salyangozların Fransa’ya ihraç edildiğini bilmediği halde gülümseyerek kitabın sayfalarını çeviriyordu.

SİS

Hayat inişli çıkışlıdır, bilirsiniz. Benimse günlerim iniş ve çıkıştan ibaretti. Çünkü ben bir asansör operatörüydüm. Üstelik dünyanın en yüksek binasında… Yüz iki katlı Empire State binasının iki metrekarelik soğuk metal asansöründe günde dokuz saat, onlarca kez zeminden yetmiş beşinci kata yükseliyordum. Doğrusu bu iş benim gibi on dokuz yaşındaki genç bir kız için iyi bir seçenekti.

Her sabah New York’un banliyölerinden birinde olan evimden erkenden yola çıkardım. Uzun yol boyu eteğimin kırışmaması için otobüste hiç oturmazdım. Buna asansörde ayakta geçirdiğim saatler de eklenince akşam iş çıkışlarında bacaklarım ağrı içinde kaskatı kesilmiş olurdu. Eğer kış aylarında değilsek kendimi Central Park’a atardım. Betondan yapılmış, soğuk, kibirli bir binanın kötü enerjisini ancak temiz hava, biraz yeşillik ve fıstıkla beslediğim sincaplar alırdı.

Hayatım bu rutinde ilerlerken ben hayaller kurardım, meşhur olma hayalleri. New York’ta yaşayan hangi genç kız artist olmak istemez ki? Empire State’tin asansöründe insanların elindeki gazetelere göz ucuyla bakar, kendimi o sayfalarda havalı saçlarla düşlemeyi çok severdim.

Sisli bir Temmuz günü iş yerime doğru yürürken uzaktan Empire State’in yarısının görünmediğini farkettim. Kesif sis sanki şehrin kafasını uçurmuş gibiydi. Binaya ilk girenlerden biri yine bendim. Asansöre bindim ve her katta durup tüm teknik kontrolleri yaparak yetmiş beşinci kata kadar çıkmıştım ki önce yüksek bir ses ve ardından gelen sarsıntı ile asansör düşmeye başladı. Zemine doğru hız arttıkça sağa sola çarpan bedenim ağırlaşıyordu. Yetmiş beş kat aşağıya düşerken geçen birkaç saniyede ölümün soluğunu ensemde hissettim. Meğer birkaç saniye geçmişi düşünmek, kurtuluşa dua ve hayata veda etmek için ne kadar da yeterliymiş.

Asansör zemine çakıldığında her yer karanlıktı ve ben hala nefes alıyordum. Hareket etmeye çalıştığımda bacaklarımda şiddetli bir acı hissettim. Kemiklerim kırılmıştı. Çığlıklarım duyulduktan birkaç saat sonra asansörden çıkartılabildim. Sisten yönünü şaşıran bir uçak binaya çarpmıştı ve ben yetmiş beşinci kattan zemine çakılan bir asansörden sağ çıkmıştım. Birkaç gün sonra hastanede elinde gazete ile odama giren annem buruk bir gülümseme ile gazeteyi bana uzattı, “Hayallerin gerçek oldu Betty, gazetelerdesin”.

*Öykü, Betty Lou Oliver’ın 28 Temmuz 1945’te yaşadığı gerçek olay üzerine yazılmıştır.

BAYRAM

Diğerleri de tek tek kalkmaya başladılar. Herkes pek bir neşeliydi. Giyinen aynanın önüne geçiyor, yüzüne boyalar sürüyor, şeftali rengi bir ruj elden ele geziniyordu. Çayı demledi birisi, diğeri birkaç hafta önce gelen bayatlamış kuru pasta kutularını çıkarıp koydu masaya. Ben sessizce onları izliyordum. Ta ki parlak kağıtlı çikolatalar şekerliğe konuncaya dek. Onları görünce duramadım yatakta, fırladım yerimden. Annem gelip sarıldı bana, “bugün bayram kuzum, gel giydireyim seni” dedi.

Sandalyenin yanına götürdü beni, gülümseyerek boynuna sarıldım. Üstümü giyindikten sonra annemle birlikte on iki kadının elini öpüp başıma koydum. Verdikleri bozuk paraları ceplerine doldurduğum pantolonum ağırlaşıp aşağı doğru düşmüş, rengi griye çalmış beyaz donum gözükmüştü. Hep bir ağızdan güldüler o halime. Böylece hatırladığım ilk bayramım ile ilk utancım aynı güne denk gelmiş oldu.

Masalar ilk defa birleşti o gün, bayramda küslük olmaz dediler, husumetliler ses çıkarmadı, birlikte kahvaltı ettik. Belki bugün kavga da olmaz diye düşünüp sevindim içimden. Herkes güzeldi, herkes mutluydu, herkes birlikteydi, tıpkı bir aile gibi, “ev dedikleri böyle olmalı” diye geçirdim içimden. Sonra demir kapıya sertçe vurulan sopanın sesi ile dağıldı içerideki ev havası, “Görüş saati geldi, haydi çabuk olun!” diye bağırdı gardiyan bezgin ağzını dayadığı kapıdaki küçük pencereden içeri.

Herkes yine tek tek aynanın karşısına geçip çeki düzen verdi kendine, üşenmeyenler dişini fırçaladı, üşenenler ağzını çalkaladı. Kolonyalar sürüldü, parfümler sıkıldı. Arkalarında birbirine karışmış çiçek kokuları bırakarak görüş salonuna doğru gittiler hep birlikte. Annemle biz kaldık sadece koğuşta. Annem beni pencerenin önüne oturttu. “Bugün bayram ya, kuşlarla da bayramlaşmak gerek, şimdi sen burada otur, bir tane bile kuşu kaçırma sakın, pencerenin önünden geçen her kuşa iyi bayramlar deyip el salla emi” dedi.

“Tamam” dedim. Dilim damağım kuruyasıya kadar kuşlarla bayramlaştım. Görmemi istemediyse de biliyorum, annem de gözyaşları bitesiye kadar ağladı masanın başında.

KULE

Yaşlı adam ıslak bir burnun yüzünü gıdıklamasıyla uyandı. Gözlerini açtığında keçisinin yeşil gözleriyle karşılaşıp irkildi. Bağıra bağıra sesi kısılan hayvanı duymamıştı adam. Üç gündür tek göz ahşap kulübesinin içine adlığı keçi evin altını üstüne getirmiş, dışarı da çıkamayınca odanın dört bir yanına işemişti. Kulakları zayıf işiten ve gözleri zayıf gören adam odadaki kötü kokuyu alınca yaşlanmaya direnen burnuna isyan etti.

Kapıyı açıp evi havalandırdı. Keçiyi de dışarıdaki ağacın gövdesine bağladı. Toprağa gömdüğü tereyağını ve köylülerin kapının önüne astığı ekmeği çıkardı. Evin duvarındaki mavi tel dolabın içinden bal kavanozunu aldı. Kapağın etrafında gezinen karıncaları üfledi birkaç kez ama yapışmışlardı. Gömleğinin ucuyla sildi kavanozu, sonra kapağını açıp küçük kasenin içine ters çevirdi.

Usul usul akan balı izlerken neden yaşadığını düşündü yine. Kimsesi yoktu, köylüler evini alıp onu uzaktaki bu kulübeye atmışlardı. Alıp başını başka diyarlara gidecek gücü yoktu. Küsecek, kızacak kimsesi bile yoktu. Ölmek istiyordu yaşlı adam. Az sonra yiyeceği tatlı balla bir parça neşesi yerine gelecekti ama çok geçmeden yine ölmek isteyecekti.

O gün hiçbir iş yapmadı adam, yorulmak istemedi, tüm gücünü akşama saklamak istedi. Etraftan el ayak çekilince tanrı ile buluşmaya gitmeye karar verdi. İkindi vakti toprak testinin içindeki suyu sabah yaktığı sobaya döküp ateşi söndürdü. Sonra keçinin yanına gidip testiyi sütle doldurmaya başladı. Evde kalan bütün ekmekleri, tereyağını, bitmiş bal kavanozunu, kurtlanmış iki avuç fındığı ve sütü bir sepete koydu. Tanrıya layık değildi belki ama elinde kalan herşey bu kadardı. Keçisinin gözlerinden öptü ve ormanın içine doğru yola koyuldu.

Kuleye gitmeyeli uzun zaman olmuştu. O doğmadan önce inşa edilmiş kulenin tadilatında çalışmıştı yıllar önce. En son o zaman çıkmıştı kuleye. Herkesin iyileşmek, daha iyi yaşamak arzusuyla, ellerinde ikramlarla tırmandığı kuleye o ölmek için gidiyordu. Gök tanrı ile buluşacak, ona halini gösterecek ve ölümünü talep edecekti.

Gittikçe renkleri çekilen gecenin içinde ilerlerken bir zamanlar karanlıktan korktuğunu hatırladı. Sonra belinde bıçağı olmadan bu ormandan hiç geçmediğini. Ölmeyi azrulayan ve bekleyen biri olmanın ne kadar da rahatlatıcı bir şey olduğunu farketti sonra. Hiçbir şeyden korkmuyor, endişe etmiyordu.

Kuleye vardı bir saat sonra. Yön bulma kabileyetinin hala iyi olmasına sevindi. Onu son kez kullanmış olmayı ümit etti.

Kulenin dibinden başını yukarı kaldırdı. Tepesi görünmeyecek kadar uzundu kule. Küçük bir çocukken babasına sorduğu soru geldi aklına: “Neden bu kadar uzun baba?”. “Gök tanrıya yakın olmak için oğlum”. Genç bir adamken bile üç dört defa dinlenerek çıktığı yüzlerce basamağı çıkmaya başladı yavaş yavaş. Yukarı doğru çıktıkça yıldızlar ve ay ışıkla boyuyordu ahşap merdivenleri. Kuleye uzun zamandır kimse uğramamış gibiydi. Basamaklar çürümüştü ve kenarlara bırakılan sepetlerin içleri bomboştu.

Yükseldikçe rüzgarla savrulan zayıf bedeni ile daha da yapışıyordu salllanan ahşap trabzanlara. Koluna taktığı sepetin içindeki sütün yarısı çoktan dökülmüştü merdivenlere. Şimdiden gök tanrı ile konuşmaya başlamıştı bile: “Beni bu yoldan geri çevirme, bana acı”. Kulenin tepesine az kalmıştı. Aşağı baktı, ağaçlar siyah bir deniz gibi gözüküyordu. Gök gürledi birden. İrkilerek elindeki sepeti düşürdü. Sepet basamaklara çarpa çarpa aşağı düştü. Elleri boş kalmıştı adamın. “Affet tanrım!” dedi. O sırada yağmur başladı. Gök yarıldı birden sanki ve o yarıktan çıkan şimşek kulenin altına düştü. Kule aşağıdan yanmaya başladı. Alevler hızla yukarı doğru tırmanıyordu. Adam olduğu yere oturdu. On basamak kalmıştı tepeye ulaşmaya. Ama çıkmasına gerek kalmamıştı. Yüzünü göğe kaldırıp tebessüm etti: “Teşekkürler tanrım”.

NİNEMİN HAYALETİ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Hep böyle derdi ninem bana. Öyle sık tekrar ederdi ki, ağzındaki üç-beş dişin arasından tıslayarak söylediği diğer cümleleri anlamazdım pek ama bunu seçerdim hemen. Beni çok severdi. Buruşuk, titrek elleriyle saçımı, yüzümü, sırtımı sıvazlar, ibadet edercesine mesh ederdi beni sanki.

Odası tıpkı diğer yaşlıların odası gibi kokardı; eski eşya, eczane ve anıların o karışık kokusu. Sevmezdim oraya girmeyi. Onunla ya salonda vakit geçirirdik, ya da benim odamda. Bana ait her şeye ilgiyle yaklaşırdı ninem. Her şeyi anladığından değil, sevgisinden. Ben de onunla konuşmayı çok severdim.

Sevgi güzel bir şey elbette, ama ninem ipin ucunu biraz kaçırdı. Birkaç hafta önce vefat etti. Kişi sevdiğiyle beraberdir düsturunca beni bırakıp gitmedi ninem. Birkaç kez ona karşı hiç yapmadığım bir şekilde sesimi yükselterek “Nine sen ölüsün artık, bırak beni” dediysem de duymadı, kulakları zayıflamıştı iyice biliyorum ama bence duymazlıktan geldi.

Geçen gün pazara gittim. Her zaman meyve aldığım tezgahın önüne gidince adam bana doğru “Hoş geldin teyzeciğim” dedi. Ninemin hayaletiyle geziyor olmanın nelere sebep olabileceğini o gün anladım. Onu gören sadece ben değildim anlaşılan. Adam bana teyzeciğim demiş olabilir mi diye düşündüm önce. Eve gidince telaşla aynanın karşısına geçtim. Allah’ım, daha otuz beş yaşındayım! Yüzümdeki çizgiler yeni yeni belirginleşmeye başlıyor.

Ninem öldüğünden beri her şey tuhaflaştı. Bazı günler dışarı çıkıp eve döndüğümde mutfak tezgahının üzerinde saklama kaplarında yemekler görüyorum. Anahtar bir tek bende var, bunları kim bırakıyor mutfağa? Komşuların kapları bunlar. Ninemin hayaleti kapıyı açıp onlardan alıyor desem çoktan mahalle ayağa kalkmış olurdu. Hem bana niye yemek getirsinler, elim ayağım tutuyor çok şükür, gencecik kadınım.

Korkuyorum artık. Annemleri arasam kalkıp apar topar gelecekler memleketten. Kimsenin huzurunu, düzenini bozmak istemiyorum. Hem çocukluğumdan beri uzaktayım onlardan. Beni ninemin yanına gönderdiklerinden beri usul usul koptu bağımız. Şimdi çocukluğum boyunca yapamadığım şımarıklığı yapmaya çalışıyormuş gibi arayıp “Ninemin ruhu gitmedi, hayaleti benimle yaşıyor, buraya gelin” desem ilgi bekliyor derler. Kimse delirdiğime de inanmaz, öyle de aklı başında bir kadınım.

Ben bunları yazarken içeriden öksürük sesleri geliyor yine. Az önce gidip baktım kapıdan sessizce, fotoğrafımı almış eline, bir yandan ağlıyor, bir yandan fotoğrafı okşuyor. Madem fotoğrafımla avunacaksın, ne diye yerini bilip de gidip öbür alemde huzurla yaşamazsın be kadın! Neler de söylüyor öyle, o konuştukça kafam allak bulak oluyor, “Ah benim güzel Ayşe’m, nineni bırakıp nerelere gittin sen, sıralı ölecektik biz kuzum, gencecik yaşında göçüp gittin öte aleme. Ayşe’m, kişi sevdiğiyle beraberdir. Neredesin Ayşe’m”.

KÖPRÜDE

Ayaklarımın beni götürebileceği yere kadar yürüyüp orada bir yolunu bulacaktım acılarımdan kurtulmanın. Ya da ben öyle olduğunu zannediyordum. Oysa bilinçaltım çoktan planı yapmıştı bile. Nereye gideceğimi biliyordum. Ama kararlarım dışında bir güç tarafından yönlendiriliyor olma fikri, ulvi bir yolda olduğum izlenimini veriyordu bana.

Sahil boyu yürümem tesadüf değildi elbette. Denizi, kokusunu, dalgaların sesini, tuzlu suyunun tenimde bıraktığı beyaz tortuyu… Tüm bunları ne çok sevdiğimi benden daha iyi kim bilebilir. Ölmek için köprüyü seçmiş olmam sevgiliye hızlı bir kavuşma için miydi gerçekten, yoksa ona seyredebileceğim en güzel yerden bakıp hayata yeniden tutunmak için miydi? Bunu öğrenebilmem için köprüye çıkmam gerekiyordu.

Hava esince içim ürperdi, uzun metal fermuarların aşağı doğru çekip sarkıttığı hırkamın iki kenarından tutup sarmaladım kendimi. Evden çıkarken “Serin olur” diye en sevdiğim hırkamı giydiğimi o zaman farkettim. Hayatımın son bir saatini üşümeden geçirmek istememi garipsedim. Tam bunu düşünecektim ki köprünün ayağına geldiğimi farkettim.

Asansöre bindim ve yukarı doğru çıkmaya başladım. Ara katları olmayan bu asansör 64 metre sonra ilk ve son durağında açtı kapısını. Hava kararmaya başlamış, şehrin ışıkları yanmış, sim gibi parlıyordu. Köprünün ortasına doğru yürümeye başladım. Dikkat çekmemek için ellerimi cebime koydum ve ayaklarımı da sürterek yürüdüm. Böylece sadece canı sıkılan veya gamsız bir adam havası çizmeye çalışıyordum. Arada durup korkuluklara yaslanarak manzarayı seyrettim. Denize baktım, “Buradan oraya tam 64 metre!” dedim. Fizik derslerinde uyumasaydım yükseklik, çarpma kuvveti, suyun yoğunluğu, benim kilom, düşme hızım… Tüm bunlardan belki suyla kavuştuğum anda kaç kemiğimin kırılmış olacağını hesap edebilirdim.

Köprünün ortasına doğru yürümeye devam ettim. İleride bir kadın demirlere abanmış aşağıya bakıyordu. Her gün aynada gördüğüm için, nerede bir korkak görsem hemen tanırım. Köprüden aşağı sarkan bir kadının neden korkuyor olacağını tahmin etmek ise zor değildi. Yanına doğru gittim usul usul, ayaklarımı sürtmeyi bırakarak. “Size eşlik edebilir miyim?” dedim. Kadın, köprüden atlamaya yeltenen her kararsızın o ilk cümlesini söyledi: “Sakın yaklaşma, atlarım!” Atlamak için gelmemiş miydik zaten buraya?!

“Size yardımcı olmak istiyorum. Ben de aynı niyetle çıktım köprüye. Birbirimize destek olabiliriz belki. Önce biraz konuşalım mı?” dedim sanki ne söyleyeceğimi bilirmişcesine. Kadının kafası karışmıştı. Benimki kadar karışık bir kafayla başkasınınkini aydınlatamazdım ya, elbette karıştıracaktım. Sırada ikinci intihar klişesini gerçekleştirmek vardı. Elimi uzattım kadına “Şimdi yavaşça elimi tutun lütfen ve oradan inin”. Kadının elimi tutmasıyla intihar fikri kafamın içinden çıkarak kendini boğazın serin sularına bıraktı. Bilinçaltım tüm bu sahneleri kahkahalar eşliğinde izliyordu. Onun bu kibirli halleri bende yaşama tutunma arzusu uyandırıyordu her seferinde. Şimdi bir de kadının sıcak elleri… Bu soğuk havada, bu kadar yüksekte, hayattan vazgeçmenin eşiğinde, demir korkuluklardan az önce kalkmış bu eller… Nasıl oluyor da bu kadar sıcak akabiliyor kanı? O da ölmeye gelmemiş belli ki.

Hiç konuşmadan asansöre doğru yürüdük. Aşağı indik. Kapı açıldı. Yukarıya hiç çıkmamışız, niyetlerimizden hiç haberimiz yokmuş, birbirimizi hiç görmemişiz gibi ayrı yönlere doğru yürümeye başladık. Bir intihardan bir intiharı çıkarttık, elde kaldı sıfır.

ŞİKAYET

Araçtan indirilen adamlardan birkaçı polisler tarafından karga tulumba karakola sokulurken içlerinden biri başı önünde sessizce içeri girdi. Polise mukavemet gösteren adamlar bağırdıkça ortalığa kesif bir anason kokusu yayılıyordu. Holdeki plastik sandalyelere oturtuldu her biri. Tahta olsa da kırıyordu sandalyeleri bu semtin belalı tipleri plastik olsa da. Ama en azından plastik daha ucuz diye komiser bu üçüncü sınıf çay bahçesi sandalyelerine geçiş yapmıştı.

İfadeleri alınmak üzere sırayla içeri çağırılıyorlardı. İşi biten nezarete götürülüyordu. Sarhoşlardan biri sessiz sakin oturan adama doğru hamle yapacakmış gibi oturduğu yerden yumruklarını savurup dururken kusuverdi ortalık yere. Lanet okuya okuya bir kova su ve paspasla koşarak geldi bir polis memuru. “Şişede durduğu gibi durmuyor tamam da birgün de helaya salıverin şu mereti yaa” diye söyleniyordu.

Nihayet sıra kendi kelimelerini sarhoşlara vermişçesine sükunetle oturan adama geldi. İçerideki memur sordu:

– Bu Allah’ın cezası ayyaşların her biri başka bir şey anlatıyor. Telef olan sizin dükkanınız. Siz ne diyorsunuz beyefendi?

– Benim bir şikayetim yok efendim.

– Ne demek şikayetim yok. Arkadaşlar görmüş, camı çerçeveyi indirmişler bakkalınızda. Sonra rafları devirmişler, talan etmişler dükkanı.

– Sorun değil efendim.

 -Siz bi anlatın hele, nasıl oldu bu olay.

– Efendim arkadaşlar epey alkollülerdi dükkanıma geldiklerinde. Benden de alkol istediler. Ben alkol satmıyorum çok şükür efendim. İçecek dolabını gösterdim, “Alkol yok ama buyrun istediğiniz başka bir şey varsa ikramım olsun” dedim. Pek keyiflendiler bu tavrıma lakin içtikleri meşrubattan sonra afedersiniz bunlar kafa yapmıyor diye sağı solu dağıtmaya başladılar.

– Ve siz buna rağmen şikayetçi değil misiniz?

– Değilim efendim. Kendileri haklıdırlar, meşrubatlarım aklı almaz baştan. Doğru söze ne denir.

– Beyefendi siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?

– Estağfirullah efendim. Lakin şikayet etmem ben. Dilerseniz onları salın beni tutuklayın.

Adamın bu tavrı karşısında sinirlenen komiser onun tavsiyesine uyarak  nezaretten sarhoşları salıp bu garip adamı tıktı içeri. Sabaha kadar kalınca aklı başına gelir diye düşündü.

Sabah karakola gelen komiserin ilk işi adamın yanına gitmek oldu. “Nasılsın bakalım, aklın başına geldi mi?” diye sordu adama. “Çok şükür iyiyim komiserim, bir sıkıntım yok” diye cevap verince sidikle rutubet kokusunun karıştığı bu soğuk beton delikte bir gece geçirdiği halde hala şikayet etmeyen bu adamın suratına dik dik bakarak “Peki neye sırıtıyorsun böyle?” diye sordu. Adam cevap verdi:

– Gece rüyamda babamı gördüm efendim. Pek uzun zaman oldu kendisini kaybedeli, bir hayli özlemiştim. Küçükken çok dayağını yedim rahmetlinin, ben ne zaman abimi ya da arkadaşlarımdan birini şikayet etsem “Ne kötü bir meziyet şikayet” diye tartaklardı beni. Rüyamda “Aferin” dedi bana babam, “Şikayet etmemekle iyi ettin” dedi.

YARIM BİR HAYAT

Bir gecede kimsesiz kalır mı insan? Kalırmış. Hayır, bir anda ortalığı yerle bir eden bir depremde kaybetmedim herkesi, ya da elim bir trafik kazası geçirmedi ailem. Annem öldü. Anılar biriktirmeme, bir ömür hatırlamama yetecek kadar yaşadı ve bir gecede öldü. Hastaymış meğer. Ben çocuk halimle yorgun sanırdım hep, çünkü öyle derdi ve ben inanırdım. Ondan bana kalan bir mirastı inanmak ve ben o gün bu gündür her şeye inanırım.

Annem öldükten sonra zaman durdu bizim evde. Üç hafta sürdü. Etrafımızda insanlar dört dönüyor, tencereler girip çıkıyor, ahlar vahlar yükseliyor ama zaman ilerlemiyordu. Üç hafta sonra babam kalktı oturduğu koltuktan. Annem olsa pırıl pırıl olacak kirli odalara girip çıktı. Bir büyük naylon poşete doldurdu bütün eşyalarımı. Ki bütün eşyalarım iki pantolon, iki gömlek, üç kat iç çamaşırı, birkaç incelmiş çorapla annemin aldığı plastik kamyondu. Bütün hayatım bir poşete sığmıştı ama ben babamın hayatına sığamıyordum.

Elimden tuttu, dışarı çıktık. Önceki tutuşları gibi değildi, canımı acıtacak kadar çok sıkıyordu elimi. “Çok seviyor beni de ondan” dedim kendi kendime, kendime de inandım. Küçük adımlarımla koşturuyordum babamın yanında, mahallemizden çıkmamıştım hiç o güne kadar. İstasyona vardık. Gişenin önünde durduk, babamın sesini en son o zaman duydum: “Erzurum’a bir bilet”. Dayım istasyonda oturmuş bizi bekliyordu, beni onunla köye gönderiyordu babam, anneannemle dedemin yanına.

Babamın bıraktığı kızarmış, terlemiş elimi dayım tutmadı, boşlukta kaldım. Babam biletimi uzattı, elime aldım. Hayatımda tuttuğum en ağır kağıt parçasıydı. Poşetimi dayım aldı. Trene bindik. Binerken vedalaşmadı babam benimle, sarılmadı, öpmedi, “Seni seviyorum oğlum, görüşürüz” demedi. Deseydi inanırdım, biliyorsunuz. Dayım beni cam kenarına oturttu, gittiğimden emin olmamı istiyordu galiba. Babam kompartımanın önünde duruyor, gökyüzüne bakıyordu.

Görevli gelip biletimi istedi. Uzattım adama bileti. Tırtıklı yerinden yarısını koparırken, tam o anda babam arkasını dönüp gitti. Elime geri tutuşturulan kağıt parçası yarım bir biletten çok fazlasıydı; yarım bir kalp, yarım bir çocukluk, yarım bir hayat…